February 3, 2016 | Foreign Affairs

Ankara’nın Başarısızlığı: Türkiye Arap Baharını nasıl kaybetti

Translation by Merve Tahiroglu, view original article here.

Bundan beş yıl önce hükümet karşıtı protestolar Tunus’tan başlayıp Mısır, Libya ve Suriye’ye yayıldığında pek çok iyimser bunu Orta Doğu’daki demokratik değişim sürecinin başlangıcı ilan etti. Bu iyimserlerden bazıları da, kendi neo-Osmanlı hayallerini gerçekleştirerek hem Batı hem de Arap ülkeleriyle iyi ilişkileri olan Müslüman ve demokratik Türkiye’yi bölgesel bir lidere dönüştürmeyi amaçlayan Türklerdi. Aradan beş yıl geçtikten sonra Arap Baharı’nın iyimserliğiyle birlikte Türkiye’nin ihtirasları da çöktü. Libya ve Suriye iç savaşların içinde kaybolurken Mısır giderek otoriterleşmekte. Aralarındaki tek başarı örneği olarak tanımlanabilecek olan Tunus ise adeta bir IŞİD mıknatısına dönmüş durumda. Bu sırada Türkiye’nin talihi de tamamen tersine dönmüş oldu. Beş yıl önce öngördüğü gibi Orta Doğu’ya nüfuz etmek yerine, Ankara şimdi hiç olmadığı kadar yalnız.

Türkiye’nin İslamcı köklerden gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Arap Baharı’ndan yıllar önce 2002’de bile zaten Orta Doğu ile daha yakın ilişkiler kurmayı amaçlıyordu. Ankara “Komşularla Sıfır Sorun” politikasını ilan etmişti ve Türkiye’nin daha önce sorunlar yaşadığı İran ve Suriye gibi tüm komşuları ile diplomatik ve ekonomik girişimlerde bulunuyor, hatta Somali gibi Afrika ülkeleriyle de derin ilişkiler kuruyordu. Fakat AKP’nin kurucularından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve dışişleri eski bakanı Başbakan Ahmet Davutoğlu yalnızca ticareti geliştirmek ve eski sorunları çözmek değil, daha da fazlasını kazanmayı umuyorlardı. Osmanlı halifelerinin yirminci yüzyıla dek yaptığı gibi, bir zamanlar dünya gücüne sahip Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgesel üstünlüğünü yeniden canlandırmayı ve Orta Doğu’da pan-İslamist bir hareketin liderleri olmanın talibiydiler.

Onların gözünden Arap Baharı bu hayali gerçekleştirmek için müthiş bir fırsat gibiydi. Erdoğan daha 2011’in Eylül ayında Libya ve Mısır’ı turlamış, AKP hükümetini Arap dünyasının dönüşüm içindeki ülkelerine bir model olarak sunmuş, kendisini de bu hareketin lideri olarak konumlamıştı. Erdoğan demokrasi çağrısında bulunarak İslamiyet ve laikliğin bir arada yürüyebileceğini vurgulamıştı. Bölgede diktatörlük üstüne diktatörlük yıkıldıkça, iyimserlik artmış ve Erdoğan Arap Baharı’nın yumuşak inişini destekleyenler için adeta bir rock yıldızına dönüşmüştü.

Bu arada Batı dünyası Erdoğan’ın bölgesel liderlik macerasını yalnızca kabul etmekle kalmamış, bunu adeta teşvik ediyordu. Batı medyası ve bilim insanları sıklıkla Türkiye’ye işaret ediyor, Türkiye’yi Batı’ya yakın Müslüman çoğunluğa sahip bir demokrasi olarak ve AKP’yi İslamcı köklerden gelen ama reformcu ve laik bir parti olarak örnek gösteriyorlardı. Kendi Orta Doğu politikasını “Asya’ya yönelim” yaklaşımı üzerinden götüren ve silahlı İslamcı gruplarla çatışmaktan uzaklaşmaya adayan ABD Başkanı Barack Obama ise bölgenin dönüşümünü idare etmesi için Erdoğan gibi bir ortağa sahip olmaktan gayet memnundu. İki lider sürekli olarak telefon görüşmelerinde bulunuyor, her şey olması gerektiği gibi işliyor görünüyordu.

YANILTICI REKLAMLAR

Erdoğan’ın stratejisi pek de reklamını yaptığı gibi çıkmadı. Çoğulculuk ve bireysel özgürlüklerin önemini savunmak yerine, Erdoğan bölgede Müslüman Kardeşler ile eşleştirilen şovenist bir siyasi İslamcılığın destekçisi olmayı seçti. Bu, kendi kökleri de aynı harekete dayanan AKP için aslında doğal bir evrimdi. Erdoğan zaten yıllarca bölgedeki çeşitli İhvan gruplarıyla yakın ilişkiler geliştirmiş, yine aynı hareketin parçası olan Filistinli terör örgütü Hamas’ın liderleriyle olan yakın ve özel ilişkileri bunun belki de en iyi örneği haline gelmişti. Ankara aynı zamanda bölgedeki tüm İhvancı hareketlerin uzun yıllardır sponsporluğunu yapan ve Körfez’deki Arap komşularının bu sebepten dolayı tehlikeli ve kışkırtıcı gördükleri Katar’la da yakınlaşmıştı.

AKP’nin Müslüman Kardeşler’e olan desteği Tunus ve Libya’da belli olmasına rağmen belki de en açıkça Mısır’da hissedildi. Erdoğan, Filistin’e olan kararlı desteği ve İsrail’e olan âşikâr düşmanlığı sayesinde, Mısır’daki devrimin hemen akabinde İhvan hareketi nezdinde büyük bir popülariteye sahipti. Müslüman Kardeşler’in Mısır’da siyasi gücü ele geçirmek üzere olduğu dönemde, Ankara kendini vakit kaybetmeden yatırım, ticaret ve finansal yardım ile Mısır’ın ekonomisini güçlendirmeye adadı. Müslüman Kardeşler ile ilişkilendirilen Muhammed Mursi cumhurbaşkanı olduğunda ise Davutoğlu bu ekonomik desteği sağlamlaştırarak 2012 Eylül’ünde Kahire’ye neredeyse 2 milyar dolarlık yardım vaat etti. Bir ay sonra, Mursi AKP Olağan Kongresi’ne konuşmacı olarak çağırıldı. Erdoğan Mursi’nin bir yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde onunla bir çok defa gorüştü, ekonomiden yönetime kadar bir çok konuda ona danışmanlık yaptı.

Ankara’nın İhvan’a olan desteği Suriye’de Mısır’da olduğundan daha üstü örtülü ama bir o kadar da önemliydi. Suriye’deki Baas rejimi Müslüman Kardeşler’in faaliyetlerini zaten 1960’larda yasaklamış, grubu 1982’de de ülkeden sürmüştü. AKP, Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’a yönelik ayaklanmalar daha 2011’de başlamadan önce bile Şam yönetimi ile Müslüman Kardeşler arasında uzlaşma yaratmaya çalışmıştı. Ama Türkiye’nin gruba olan asıl desteği devrimle birlikte başladı. İhvan grubu Suriye devriminin baş safhalarında olup bitenlere oldukça uzakken, grubun Özgür Suriye Ordusu da dahil olmak üzere Türkiye’de organize olan neredeyse tüm muhalif oluşumların başına gelmesi için Ankara destek verdi.

YANLIŞ YATIRIMLAR

Oysa şu anda açıkça görüldüğü üzere Türkiye’nin diktiği fidanlar pek de beklenen meyveleri vermedi. Mursi Mısır’da kitlesel protestolarla karşı karşıya kaldı ve hükümeti daha henüz ilk senesinde, Temmuz 2013’te, seküler askeri güçler tarafından devrildi. Ankara ve Kahire’nin diplomatik ilişkileri o günden beri askıda. Bir sene sonra ise Tunus yönetimindeki İslamcı parti demokratik seçimlerle değiştirildi. Suriye ve Libya bugün hâlâ kanlı iç savaşlarla mücadele etmekte ve Türkiye’nin bu savaşlardaki İslamcı gruplara verdiği katkı hem Batı’nın hem de İhvan’ı zayıflatmak isteyen bazı Sünni Körfez ülkelerinin tepkilerini çekiyor.

Arap Baharı’nın başarısızlığının faturası yalnızca Ankara’ya kesilmemeli. Müslüman Kardeşler’in yükselişinden korkan otokratik güçler bu demokratik dönüşümün başarısızlıkla sonuçlanmasında fazlasıyla büyük bir rol oynadılar. Fakat Türkiye’nin çoğulculuk, hukukun üstünlüğü ve diğer demokratik ideallere bağlılık yerine İhvan’a vermeyi seçtiği tam desteğin, bu ülkelerdeki karşı devrimlere yol açan endişeleri beslediği de bir gerçek. Orta Doğu’da İslamcıların ılımlı yönetimi artık ulaşılması güç bir hayal. Ankara’nın bölgesel hegemonya düşleri de aynı şekilde. Otokrasiler ve iç savaşlarla dolu bir bölgede, otokratların kendine düşman ilan ettiği ve iç savaşların ateşine benzin dökmüş olarak görülen Türkiye artık tek başına durmakta.

Neo-Osmanlı düşleri yıkılmış ve bölgesel kazanımlar için artık sayılı fırsatlar kaldığını gören Ankara tüm bu başarısızlıklara rağmen hâlâ Orta Doğu’da İhvan ve benzeri hareketleri desteklemeye devam ediyor. Hemen hemen herkes Türkiye’nin hâlâ gizlice Suriye ve Libya’daki İslamcı savaşçılara destek verdiğine inanıyor. Darbe sonrası Mısır’dan firar eden İhvancıların Türkiye’ye kaçtıkları ve küresel Müslüman Kardeşler liderlerinin İstanbul ve Ankara’da bir çok konferans düzenledikleri de ayrıca biliniyor. Hamas ise Türkiye’de bir nevi karargâh kurmuş durumda. Türkiye son yıllarda İhvan hareketi ve bağlantılı gruplar için adeta bir sığınağa dönüştü ve en büyük İhvan destekçilerinden Katar ile olan ittifakı aynı gücüyle devam ediyor. İki ülke aralarında vize muafiyeti ve askeri işbirliği anlaşmaları imzalamakla kalmayıp, birlikte askeri tatbikat bile yaptılar. Türkiye şimdi bu dostluğu bir adım daha öteye taşıyarak bölgedeki ilk askeri üssünü Katar’da açmayı planlıyor.

İhvan’ın siyasi yükselişi üzerine olan hayalleri ne kadar zedelenmiş olursa olsun, Ankara hâlâ riskli politikalar izlemekte. Türkiye, 2015 Kasımı’nda hava sahasını ihlâl eden bir Rus savaş uçağını düşürerek Moskova’yla ciddi bir diplomatik krize girdi. Bir ay sonra ise Ankara Kuzey Irak’a, oradaki Sünniler ve Kürtlerin IŞİD’e karşı eğitilmeleri için diye askerlerini göndererek Bağdat yönetiminin de hiddetini kazandı. İran ile ilişkiler ise yıllarca Suriye’de karşıt grupları desteklemekten dolayı zaten gergin. İki taraf birbirlerini devamlı olarak bölgede mezhepçiliği tetiklemekle suçluyor. Üstüne üstlük Türkiye, her ne kadar askeri olarak savaşa katılmasa da, yine Tahran’a tamamen karşıt olarak Yemen’deki Huti hareketine karşı savaşan Suudi liderliğindeki askeri koalisyonun parçası. Bu arada Türkiye her ne kadar IŞİD karşıtı koalisyonun parçası da olsa, gerek ABD gerek Avrupa Birliği hâlâ Ankara’yı Suriye sınırının güvenliği konusunda yeterince adım atmadığı için eleştirmeye devam ediyor.

Türkiye’nin yeni politikaları ne getirecek olursa olsun, Erdoğan’ın Arap Baharı mirası artık belli oldu. Ilımlı İslam ve çoğulculuğun sentezini destekleyeceğini söylemesine rağmen, siyasi İslamın bambaşka bir markasını teşvik etmiş oldu. Bu, hem bölgede siyasi olarak güçlendirmeye çalıştığı İhvan gruplarıyla, hem de bireysel özgürlükler ve demokratik ilkelerin gittikçe zarar görmeye devam ettiği kendi ülkesinde açıkça görülüyor. Erdoğan bir zamanlar kendi öne sürdüğü tüm değerlere en büyük zararı belki de işte tam bu şekilde vermiş oldu.

Issues:

Turkey